hesabın var mı? giriş yap

  • algımızın sınırlarını tam olarak bilmemiz mümkün olmayabilir lakin onun bildiğimiz sınırlarından sözedebiliriz sanıyorum.

    temel sınırlar şunlar:
    - zaman sınırı.
    evren 14 milyar yaşında lakin bizler sadece 100 yıl kadar yaşayabiliyoruz. demek ki toplam zamanın sadece %0.00000007'sinden haberdarız.

    - mekan sınırı.
    kainat bugünki hesaplara göre kabaca 25 milyar ışık yılı genişliğinde, oysa bizler dünya üzerinde kabaca 13 bin metre çapında bir küre üzerinde yaşıyoruz. dandik bir modellemeyle evren'i de küre kabul etsek mekan sınırımız yüzde işaretinden sonra elli altı 0 ve bir tane de 1.

    - duyu sınırı.
    görme duyumuz tüm elektromanyetik spektrumun, atıyorum, on milyonda birini algılayabiliyor herhalde. kulağımız sadece 20-20000 hertz arasını duyuyor ki bu da hava moleküllerinin boyurları ile sınırlı ses dalgaları içerisinde, bunu da atacağım, on binde bir falandır. koku ile ilgili yorum yapamayacağım, her kokuyu algıladığımızı farzedelim. dokunmak da çok karışık onu da geçtik. o halde duyularımızla algıladıklarımız toplam uyaranların yüz milyarda biri, %0.0000000001 oldu.

    demek ki tüm evren'in 10^58'de birini, tüm zamanların 10^9'da biri bir süre boyunca tüm uyaranların 10^11'de biri ile algılayabiliyoruz. her şeyin 10^78'de birini yani.

    tüm samanyolunda bir proton.

    tabi tabi, şüphesiz ki askın dili evrenseldir.

  • "kâfirle dostluk etmek ya da herhangi bir şekilde iletişim kurmak... islâmiyette hiçbir şekil ve koşulda yeri olmayan vaziyet."

    ulan hıyar, ateistlerin okuyacağı yerde yazma o zaman. ne iletişim kuruyorsun?

  • şu okulu caltech'le princeton'la falan karşılaştıran kişi tamamen kötü niyetlidir. princeton'ın 2012 itibariyle gelirleri yaklaşık 17 milyar dolar, caltech'in ise 1.75 milyar dolardır. princeton 1746'da, caltech 1891'de kurulmuştur. fakir bir ülkede devlet eliyle 1956 yılında kurulup bu noktaya gelebilen, dünya çapındaki çeşitli listelerde sürekli yükselmekte olan bir üniversiteyi aşağılamaya kalkışmak ise kötü kalplilikten başka bir şey değildir.

    kendisiyle benzer geçmişe sahip ve fakir bir ülkeden bu noktaya gelebilmiş okulları karşılaştırın lütfen, ki doğrudüzgün bulamayacaksınız. rica ediyorum şuradaki times higher education'ın "reputation" bakımından ilk 100 sıralaması sizin için dünya üniversitesi olmak için ne kadar geçerlidir bilmiyorum, zira anladığım kadarıyla 17 milyar geliri olan okullarla bir tutulması gerekiyor bu okulun. ama bir bakın bulunduğu listedeki diğer ülkelere ve okullara ve bu okulların tarihlerine. ama işte kötü niyetlisiniz, ne desek, ne açıklasak boş.

    http://www.timeshighereducation.co.uk/…/range/51-60

  • debe'ye girdiği gibi "uzay boşluğunun rengi" falan değildir. tüm galaksilerin renk ortalamasıdır. yani renge uzay boşluğu dahil bile değil. ufkunuzu iki katına açana kadar okuduğunuzu anlamaya iki kat zaman ayıraydınız da doğru idrak edeydiniz.

  • marsın kutuplarında buz bulunduğu biliniyordu. ancak bu su buzu değil, karbondioksitten oluşan (bkz: kurubuz) idi. 25 seneden beri mars'ın çevresini turlayan çeşitli uydular, bu karbondioksit buzunun altında su buzu da bulunduğunun işaretlerini yakalamıştı. örneğin mars odyssey adlı uzay aracı, 2002’de mars’ın güney kutbuna yakın bir bölgede geniş bir alanın altında bol miktarda hidrojen olduğunu keşfetmişti. bu hidrojenin yüzeyin altında donmuş haldeki suda (h2o) bulunduğu düşünülüyor.

    mars ve dünya 4,56 milyar yıl önceki aynı gaz ve toz bulutunun -benzer- içeriğinden oluşmuştur. oluşumlarından sonraki bir milyar yıl boyunca iki gezegen de asteroit ve kuyrukluyıldız bombardımanına maruz kalmıştır. bu sayede ikisine de uzaydan bol miktarda su gelmiştir. ancak mars'taki su miktarı dünyanınki ile karşılaştırılamayacak kadar azdır. (tüm gezegeni ancak 11 m derinlikte bir su tabakası kaplar, oysa dünyanın %71'ini kaplayan okyanus ve denizlerin ort. derinliği 3400 metredir.)

    yine de bir zamanlar mars bugünkünden çok farklıydı. az miktarda da olsa, gezegende bulunan su, su nehirleri ve denizleri oluşturabilecek kadardı. ancak oluşumundan 1 milyar yıl sonra manyetik alanını yitiren kızıl gezegen, güneşin kavurucu rüzgar fırtınalarına karşı korumasız kaldı. yüzeyinde bulunan bu su da adeta uzaya savruldu.

    mars'ın yüzeyinde bulunan şekiller de, gezegenin bir zamanlar sıvı su tarafından 'oyulduğunu' gösteriyor. yani gezegen gerçekten de, bir devrinde su nehirlerine ve denizlerine ev sahipliği yapıyordu. ancak bu su sonradan uzaya saçıldı. güneş ışınlarından kurtulabilen bir miktar sıvı su ise kutuplarda bulunan kurubuz yataklarının altında uzaya savrulmadan kalabildi.

    sonuç olarak bu önemli ancak beklenen bir keşiftir. mars'taki su ile dünya'daki karşılaştırılabilecektir. böylece suyun dünya'ya hangi yoldan geldiği, mars'taki suyun dünyadakinden ne gibi farklar barındırdığı, bu farkların nelerden kaynaklandığı öğrenilebilecek.

    not: entrydeki birçok paragrafı çağlar sunay'ın '50 soruda evren' kitabına bakarak yazdım. muhteşem ve astronomiye giriş yapmaya uğraşanlar için uygun bir kitaptır.

  • aslında bitmiyor, yalnızca formu değişiyor; siz aşkın önceki yaşlarınızdaki haline alışkın olduğunuz için afallıyorsunuz sadece.
    peki sahiden ne değişiyor 30'dan sonra?

    - kendin olarak kalmayı öğrenmek
    ilk gençlik zamanlarında aşık olduğumuzda, aşık olduğumuz kişi için değişmeye daha yatkınızdır. bunda, o dönemler henüz kim olduğumuzu fazla bilmiyor, bir kimlik oturtmaya çalışıyor oluşumuz da etkilidir. bu noktalara takılmak yerine, yalnızca aşkın tadını çıkarmaya bakarız. oysa bilmeyiz ki eş zamanlı olarak bir "kendini bulma" arayışı içindeyiz. 30'lara geldiğimizdeyse, kim olduğumuzu ve ne istediğimizi öğrenmeye başlarız. bu da demek oluyor ki, biz olduğumuz gibi kalırken karşımıza çıkan insanlar ya bu halimizi kabullenecek ya da bekleme yapmadan ilerleyecekler.

    - olgunluk
    bu kelime kulağa biraz sıkıcı geliyor biliyorum; fakat işler aslında öyle değil. 20'lerimizde yaşadığımız o vahşi, çılgın, tutkulu aşk güzel olmasına güzeldir; fakat genellikle çabucak parlayıp sönen bir alev gibidir. 30'larımızda, her akşam birlikte dışarı çıkmaktansa birbirimiz hakkında yeni şeyler öğrenmek daha çok ilgimizi çeker. bu durum size ilk bakışta daha sakin bir ilişki profili çizebilir; ancak olgunlaşmış bir aşkta her zaman daha fazla tutku ve samimiyet vardır.

    - ne istediğini bilmek
    30'larımıza geldiğimizde artık bir partnerden tam olarak ne istediğimizi biliyor oluruz. üzerinde daha fazla düşünmeye ya da bize uygun olmayanla bir şeyleri oturtmaya, yetinmeye ihtiyacımız yoktur. bundan böyle seçici olan taraf bizizdir ve yalnızca kriterlerimize uygun kişilerle çıkarız. artık aşk konusunda ciddi olmamız etkilerini göstererek; bizi birçok berbat geçebilecek randevudan kurtarır ve doğru kişiyi bulma konusundaki şansımızı arttırır.

    - daha fazla kişisel alan
    30'larımızda, sevgilimiz mesajımıza en geç yarım saat içinde cevap yazmazsa kendimizi yiyip bitirmeyi çoktan bir kenara bırakmış oluruz. birbirimizden ayrı çok daha fazla zaman geçiririz ve bu bizim için artık bir sorun olmaktan çıkmıştır. bu durum birbirimize aşık olmadığımızı değil, bilakis bu ilişki içerisinde kendimizi güvende ve rahat hissettiğimizi gösterir. iki tarafın da yalnızca arkadaşlarıyla dışarı çıktığı akşamlar vardır; sonunda eve, bize döneceğini biliriz, bizi yalnızca bu ilgilendirir.

    - kaliteli iletişim
    iletişim kurmak ayda binlerce kez mesajlaşmak değildir. gerçek iletişim yüz yüze gerçekleştirilendir. eğer başarılabilirse aşk bizim için çok daha anlamlı bir hale geldiğinden, birbirimizle iletişim kurarken de çok daha anlamlı kelimeler seçeriz. gün içinde belki yine yazışırız; fakat bir köşede oturup birbirimize günümüzü nasıl geçirdiğimizden bahsetmek, ya da birbirimizden uzaktaysak telefonda saatler geçirmek (görüntülü konuşma ne büyük nimet.) bizi daha çok mutlu eder.

    - işleri ciddiye alma zamanı
    nedense 20'lerimizdeyken, birlikte yaşamak ya da evlenmek için henüz vaktimizin olduğunu düşünürüz. 30'larımıza geldiğimizde ise, bu konuda aniden üzerimizde bir baskı hisseder; ilişkimizde hep bir sonraki adımı atmayı düşünmeye başlarız. aşkın verdiği en büyük sınavlardan biri herhalde budur. ciddi bir ilişkiyi her zamankinden daha çok isteriz. ailemiz ve arkadaşlarımız da "evlilik" ve "çocuk" gibi büyük kararlar almamız konusunda üzerimizde baskı kurarlar.

    - aşk yaralarının faydaları
    bir şekilde 30'lu yaşlarımızı görmeyi başarabildiysek, zaten şimdiye kadar bolca kalbimiz kırılmış, fakat bizi öldürmeyen şey bizi güçlendirmiş demektir. 30'larımız artık yoğurdu üfleyerek yediğimiz ama aşıkken çok daha sağlam durabildiğimiz, hangi riskleri alıp alamayacağımızı bildiğimiz, çok daha seçici olduğumuz; fakat içimizi bir kez açtık mı eskisinden çok daha fazlasını verebildiğimiz bir dönemimizdir.

    - değişen romantizm anlayışı
    20'li yaşlarımızdaki "romantik akşam" tanımımız, şehrin en yeni ve popüler içkili mekanında pahalı bir akşam yemeği yemekken; 30'larımızda bu yalnızca, birlikte kanepede uzanmışken tv kumandasını paylaşmak olabilir. gündelik hayatta iş ve diğer sorumluluklarla boğuşurken; iki kişi birlikte yalnızca dinlenmek bile mutluluk verici bir hale gelir. birlikte zaman geçirmek ihtiyacımız olan tüm romantizmdir.

    - serbest bırakamamak
    30'lu yaşlarımızda ilişkiler konusunda üzerimizde hissettiğimiz baskı nedeniyle, aşkı serbest bırakmak bizim için eskisine göre daha zordur. 20'lerimizde, bitmiş bir aşkın ardından toparlanıp yeni bir aşka dair umut beslemek ve yeni birine bağlanmak çok daha kolaydır. 30'larımızda ise bitmiş bir ilişkinin ardından hemen ömrümüzün bundan sonraki yıllarını kafamızda kurgulamaya başlar, ileride yeni biriyle tanışıp tanışmayacağımızı merak ederiz. halbuki cevap genellikle "evet."tir. henüz ömrümüzün sonuna gelmemişken, daha sadece 30'larımızdayken aksini düşünmek zaten hatadır. içinde bulunduğumuz aşk bizim için doğru değilse, onu serbest bırakmayı öğrenmeliyiz; doğru aşk bizi zaten bulacaktır.

    - şeffaflık
    30'larına gelmiş kimin tüm kusurlarını gizlemeye vakti var ki?
    bazılarımız hala imkansızı başarmak için uğraşsa da, çoğumuz bu konuda aşkta kendimizi güvende hissediyoruz. bir insanın yanında ne kadar rol yapabiliriz ki? örneğin bizim de sinirlenip küfrettiğimiz anlar olduğunu ne kadar saklayabiliriz veya sabah uyandığımızda göz altlarımızın mor olduğunu? aynı yatağı bile paylaştığımız biri arada bir geğirdiğimize mutlaka şahit olacaktır. duyduğunda en fazla biraz gülüp eğlenecek, sonra gelip yine bizi öpecektir.
    20'lerin mükemmeliyetçiliği sona erdi, 30'ların kabulleniciliğine hoş geldiniz.

    - elalem ne der hapishanesi
    beni yanlış anlamayın, 30'larımıza bile gelsek, başkaları hala burunlarını ait olmadıkları yerlere sokmaya çalışıyor olacak. mesele şu ki, biz artık kendimizle ve aşk hayatımızla daha mutluyuz. sevdiğimiz kişiyi, yalnızca ailemizin hoşuna gitmiyor diye kaldırıp çöpe atmayacağız. biz kendimiz için en iyi olanı istiyoruz ve başkaları bunu değiştiremeyecek; hele ki söz konusu aşksa.

    - aşkın derinliği
    20'li yaşlarımızda daha çok; harika bir seks hayatı, birlikte çıkılacak seyahatler ve pahalı hediyelerle ilgiliyizdir ve bize bunları sağlayacak birinin arayışı içine gireriz. 30'larımızda aşk daha derin ve gerçektir. artık birlikte verilen mücadelelerle, aile kurmakla, birbirimizi mutlu etmekle ve hayallerimizi paylaşmakla ilgiliyizdir.
    aşkta ve yaşamda gerçekten neyin önemli olduğunu anladığımızda, yüzeysellik ortadan kaybolur.
    aşk 30'larımızda değişebilir; ama daha iyiye gider. keyfini çıkarmaya ve değişikliklere ayak uydurmaya bakın.

    "bu kadar yazmışsın; ama ben yıllar içinde aşka bakışımda ne değişti daha somut olarak görmek istiyorum." diyorsanız, çeşitli sanatçıların bu konuda hazırladıkları illüstrasyonlardan oluşan şu derlemeye bakabilirsiniz.

    kaynak

  • expert: uzman

    performance: performans

    disease: hastalık

    cancer: kanser

    kezbanietzsche: fatal error

    edit: yukarıdakilerden bağımsız olarak konuşacak olursam wi-fi açık yatanın çocuğu doğu perinçek gibi olabilir diyebilirim. gece yarısı "sen wi-fi açık uyudun!" diye gelip uykunuzu haram edebilir.

  • bu adam çok büyük adam. bu adam eşi benzeri görülmemiş bir adam.

    bütün doktorların yataktan çıkmamalısın uyarısı varken bu adam hasta yatağından kalktı ve hatay benim şahsi meselemdir diyerek ordu ile beraber adana'ya gitti. avrupa basınında türklerin babası hasta manşetlerine yanıt verdi, buradayım dedi. hatay'da bulunan fransız ordusuna “çıktınız çıktınız çıkmazsanız giriyorum” dedi.

    ya şimdi ne oluyor? elin fransız çizimcisi “tanka bile gerek yok” temalı karikatür çizerek bizimle alay ediyor. vatan parçamız olan hatay'a yardım gitmiyor.

    bu adama ihanet edenler inşallah bunun hesabını verecek.

  • kürk mantolu madonna'da sabahattin ali aslında biraz da kendi hikayesinden bahsetmektedir.

    kitap raif efendi adına kendi halinde, içe kapanık ve sıkıntılarından hiç bahsetmeyen bir adamın hastalanması ile başlar. kendisini sevmeyen bir kadınla mutsuz bir evliliğe hapsolmuştur ve oldukça kalabalık olan evinde kimse ona saygı duymamaktadır. ziyaretine gelen rasim’e bir kara kaplı defter yeri tarif eder ve onu yok etmesini söyler ama rasim bu defteri okumaya başlayarak bizi geçmişe götürür.

    raif efendi gençlik yıllarında babası tarafından fabrikaları için sabunculuk öğrenmesi için almanya’ya gönderilir, orada bir sergide gördüğü otoportresine hayran olduğu maria puder’e aşık olur. birlikte çok mutlu yaşarken raif efendi’nin babası işlerin başına dönmesi için onu çağırır. maria puder’e onu da beraberinde alacağı sözünü vererek türkiye’ye döner. bir süre sonra raif efendi maria puder’den haber alamaz ve onu unuttuğunu düşünür. fakat yıllar sonra ortaya çıkacaktır ki maria puder hamile kalmıştır ve doğum esnasında vefat etmiştir. küçük bir kızları mevcuttur.

    kitap raif efendi’nin üzücü, yarım kalmış bir aşk hikayesini anlatır. sabahattin ali’nin hayatına da bakıldığında kendisinin de içe kapanık biri olduğu, bir süre almanya’da yaşadığı, orada frolayn puder adında bir kadına aşık olduğu ve sonra türkiye’ye döndüğü görülür.

    der ki:
    “almanya’da frolayn puder isminde bir hatuna ziyadesiyle âşıktım. (bu kadın arkadaşlar arasında 28 namıyla meşhurdur.) o zamanlarda ise berlin’de şu meşhur deli şarkıcı filmi oynamıştı ve oradaki sonny boy şarkısı herkesin ağzında idi. şimdi bunu mırıldanınca sisli ve yağmurlu teşrinievvel günlerinde 28 ile müzelere veya sinemaya gidişim aklıma gelir. yolda mütemadiyen kızcağızın yüzüne dalar, önümü görmezdim, o da hafif bir tebessümle başını bana doğru çevirerek bu salaklığımı mazur gördüğünü anlatmak isterdi. âşık olduğum kimseler arasında bana bu kadın kadar iyi muamele edeni olmamıştır. parmağının ucunu bile koklatmadığı halde beni kırmaz, aramızda genişlemeyen ve daralmayan muayyen bir mesafe muhafaza etmesini gayet iyi bilirdi...”

    kitabını okuyanlar ya da tiyatrosuna gidenler benzer sahneleri hatırlayacaktır. almanca geliştirmek için sunum hazırladığım bir gece keşfetmiş ve etkilenmiştim. acaba dedim sonunu kendi hayal dünyasında nasıl oluşturdu? gerçek hayatta ne olmuştu?

    hayatı çok etkileyici, kitapları başucu olması gereken bir yazarı anmak istedim.

  • "orduya ilk katıldığım günlerde, bir arap binbaşısının 'kavm-i necip evladına sen nasıl kötü muamele yaparsın' diye tokatladığı bir anadolu çocuğunun iki damla gözyaşında türklük şuuruna erdim. onda gördüm ve kuvvetle duydum. ondan sonra türklük benim derin kaynağım, en derin övünç membaım oldu. benim hayatta yegane fahrim, servetim, türklükten başka bir şey değildir."

    demiş büyük insan.

    aramızdan ayrılışının 85. yılında hala bu vatan için dimdik ayakta savaşmaya devam ediyor.

  • abd'de bir üniversite hastanesinde plastik cerrahi bölümünde 4 hocayız. geçen eylülde aramızdan biri ayrılınca sayımız 5'ten 4'e indi. yeni birinin eklenmesi için hala araştırmalar devam ederken durduk yere yönetimden gelen bir mesajla bu süre boyunca 5 kişilik görevi 4 kişi gerçekleştirdiğimiz için teşekkür ve 5 . kişi için biriken paranın bize verileceğine dair mesaj geldi. özetle çalışanın hakkını savunmasına dahi gerek olmayan ülke. sistem sizin yanınızda.